Sabahları yazarak başlamayı düşünüyorum. En azından bir süre böyle yapalım. Her zaman yayınlanabilir yazılar yazmıyorum. Her gün yazacak değilim buraya. Öyle bir garanti yok.

Zaten pek de hevesim kalmadı bu işlere.

Sabahları kendimi izah ederken, bu günümü nasıl geçirmek istediğimi düşünürüm. Gayem bu. Sabah ilk iş program yazmaya girişince, yazmaya hevesim kalmıyor. Program yazmak zor iş, zira, her iki dakikada bir kendi hatalarınla yüzleşmek gerekiyor. Kimileri hayatları boyunca ne kadar aptal olduklarını hiç müşahade etmiyorlar. Ben yazdığım programdaki hatalarla, kendi zihnimin ürettiği saçmalıklarla neredeyse her dakika yüzleşmekteyim.

Diyaloglara devam etmek istiyorum. Fikrimi oluştururken bir diyalog lazım. Bunu başkalarıyla yapmak daha iyi olurdu ama ekseriyetle yolunu ayırıp, kendini dağa taşa vurduğunda söylediklerini neden söylediğini izah etmek uzun sürüyor. Konuyu uzun uzun anlatmak için motivasyonum yok. Bir eğitimci değilim. Kendimden başka öğrencim yok.

Bu durumda kendini murakabe edebileceğin tek bir kimse kalıyor: Kendin. Diyalog formunun faydası bu. Yoksa yazıp silip yazıp silip bir forma ulaşmak da mümkün ama yazdıklarını bir defa silince tekrar yazmaya hevesim kalmıyor. Program gibi değil.

Yazdığım konuların suya sabuna dokunmayan, basit yazılar olmasını istemiyorum. Bir yandan eski yazıları elden geçirmiş olayım, bir yandan o gün yapılacakları, okunacakları gözden geçirmiş olayım. Bir yandan da daha önce düşünmediklerimi düşüneyim.

Bu yazıyı mesela 3 mart sabah 5:25'te yazıyorum. Sahura kalkmak niyetim yoktu. Muntazam müslüman orucu tutmak konusunda tereddüdüm vardı. Cuma öğleden sonradan beri bir şey yemedim. Ramazan'ın ilk günü işim vardı, niyetlenmeyip kahve içtim. Dün (pazar) tuttum, hiçbir şey yapmadığım için tutması kolaydı ama normal şartlar altında kahvesiz geçen bir günün getirdiği baş ağrısı ve dikkatsizlik beni tüm işlerimden geri bırakıyor. Hiçbir şey yapmazsan oruç tutmak kolay. Oruç tutarken çalışan insanların benim gibi dikkat sorunu olmaması lazım. Bir şeylere odaklandığımda geçen zamanı unutuyorum ancak kahvesizlik bu odaklanmayı imkansız hale getiriyor. Kafam dağınık, bulutlar üstünde, hemen hiçbir işi yapamaz, yapamadığımı bile hatırlayamaz halde yığılıyorum. Bu yüzden bu sene artık niyet etmemeye başladım.

Eskiden olsa yapacağın işler oruçtan önemli mi derdim. İslam'la ilişkimin daha ciddi olduğu zamanlardı sanırım. Şimdiki bene burun kıvırır, milyonlarca yanlışımı bulur, bir de üstüne alay ederdim. Artık kendime de başkalarına da daha sakinim. Kalpler kurallardan mühim geliyor.

Bu sebeple de günlük hayatımı zorlaştırırsa ibadete hevesim kalmıyor. Kendimi ait hissettiğim, kendimle savaşırken yanımda gördüğüm, bana dosdoğru yolu gösterecek bir gelenek olmaktan çıkmış. Allah'a ve peygamberine hala inanıyorum, vahyin varlığına ve peygamberinin vahiy aldığına da inancım var, ancak o vahyin içeriğinin yorumlanması ve değerlendirilmesi bir gelenek işi. O gelenek bana gelmiyor.

Bunun sair sebepleri var tabii. Kişisel sebepleri arasında yediğim kazıklar ve memleketin durumu sayılabilir. Türk insanına ve müslümanlara genelde güvenmediğimi farkediyorum. Kendimi devamlı kollamak zorunda hissettiğim insanlar. Rahat, toprağını bulmuş biri değilim. Bu yabancılığın getirdiği bir dert farklılığı var. Zulüm her yerde zulüm, Filistin'i, Suriye'yi görünce benim de içim titriyor, bununla beraber bu zulme getirilen standart İslami çözümlerin beni artık etkilemediğini farkediyorum. İslamcılık beni heyecanlandırmıyor ve bana sunduğu hayat tarzını özlemiyorum. İnançlarımı yeniden inşa etmek zorunda kalmaktan, haberlere karşı her daim tetikte bulunmaktan, beklediğim gibi gerçekleşmeyen işlere devamlı bahaneler üretmekten, ne olacağıma dair daimi bir suçluluktan memnun değilim.

Buna eskiden iman zayıflığı diye bir cevabım vardı. Ben hayatında Allah'ın kudretini daima hissetmiş, onun hayatımı her an yönlendirdiğine inanan biriyim. Allah'la muhataplığım doğrudan, aracısız. Yine de onun bana gelenek ve sair yollardan söylediklerine dikkat ediyorum. Allah'ı bırakmış gitmiş, kendine başka bir tanrı arayan biri değilim. Sadece müslümanların ekseriyetinin tamamen göstermelik, kendi egolarını yansıttıkları, ufak meseleler için didişmeyi din saydıkları bu düzende değilim. Dahası bu organize dinin son devrin politikasında edindiği yerin memleketteki zulme çanak tuttuğunu da görüyorum.

Reza Aslan'ın kendince Hz. İsa ve devrini yorumladığı Zealot kitabını okuyorum. Meryemoğlu'nun Hz. Yahya'nın talebesi olarak dini hayatına başladığını ve Yahya'nın, Kral Herod'un oğlu ethnocrat Antipas tarafından öldürülmesinden sonra müstakil bir cemaat oluşturmaya başladığını anlatıyor. Hz. İsa'nın ilk iki havarisi zaten yola Hz. Yahya ile başlamış ve tutuklanmasından sonra onunla yola devam etmişler.

Aslan Hz. Yahya'nın vaftizciliği de aslında muhtemelen mensubu bulunduğu Tapınak aristokrasisine bir itiraz diyor. Ürdün nehrinde insanları vaftiz etmesi, organize Yahudiliğin Tapınak'taki ritüellerine alternatif olarak getiriyor. Yahudiler dışındakileri de vaftiz ediyor. Hz. Yahya hakkında fazla tarihi malumat yok, Meryemoğlu İsa gibi onun da nereden geldiği net değil, ancak muhtemelen bu aristokrasiye mensupken uzaklaşmış, zengin bir Yahudi tapınak rahibi olacakken, dağda topladıklarını yiyerek gezinen biri olmuş.

Şimdi bu hikayeyi okuyunca, ister istemez bunun Kur'an-ı Kerim'deki anlatılışını da düşünüyorum. Hz. Yahya'nın Zekeriya'ya geç yaşında müjdelendiğini, iyi ve salih bir evlat olduğunu ve Hz. İsa'yı haber verdiğini anlatıyor Kur'an.

Bununla beraber mesela (peygamberin alamet-i farikası) vaftiz yok. Vaftiz bir topluluğa giriş ve günahlardan arınmak için yapılıyormuş. Bunu Hristiyanlar da alıp benimsemiş. Hatta Yahya'nın takipçilerinin ilk Hristiyanlarla İsa zaten Yahya'nın talebesiydi kavgasını verdiklerini söylüyor. Bizim peygamber sizin peygamberden üstün kavgası.

Dahası İncillerin en erkeni (Mark), Yahya'nın İsa'yı vaftiz ettiğini ve ederken onun bir farklılığını görmediğini anlatırken, en geç Yuhanna incilinde ise İsa'nın neredeyse kendi kendine vaftiz olduğunu, Yahya'nın da onu görünce hemen tanıdığını söylüyormuş. Kur'an-ı Kerim'in anlattığı bu sonrakine daha yakın, Hz. İsa'yı haber veren peygamber. ama (zamanın Tapınak temelli Yahudiliğine bir itiraz olan) vaftiz yok.

Böyle kitaplar okuyunca insanın bir harfi bile değişmemiş kitaptaki kıssaların tarihi olmadığına dair şüphesi uyanıyor. Kur'an-ı Kerim'i daha çok mitolojik bir metin gibi görüyorum. Zaten ayrılık da buradan başlıyor.

Kitabı bir defa mitolojik görmeye başladığınızda, artık eskisi gibi bakamıyorsunuz. Allah'ın Hz. Yahya'yı veya Hz. Musa'yı veya Hz. Adem'i örnek vermesini, bunların gerçekten olduğu için değil de, anlatmak istediği bir hikaye var ve o zamanlar buna verilecek en iyi örnek buymuş diye bakıyorsunuz. Bu vahyin tabiatına dair görüşü de değiştiriyor. Hz. Peygamber bugün gelse Kitab'ın vereceği örnekler başka olacaktı. Çünkü dertlerimiz başka. Bugün mücadele ettiğimiz, karşısında durmaya çalıştığımız zulüm başka. Yüz yıl önce de başkaydı, yüz yıl sonra da başka olacak.

Bu bir yerde tüm bakışı etkileyen bir değişim. Ezelden ebede geçerli hükümler diye bakmıyorsunuz hiçbir şeye. Bütün hepsi bir yerde değişebilir, dönüşebilir oluyor. Bu zımnen olduğu gibi, lafzen de söylenebilir bir şeye dönüşüyor. Yani insanların ciddiye aldığı kadar ciddiye alamıyorsunuz. Önüme herhangi bir dini mesele veya konuşma çıktığında, buna inanmak ve bunu uygulamak beni nasıl değiştirir? diye bakıyorum. Bu sağlam ve herkesin ciddiye aldığı gibi bir bakış değil.

Bu durumda da tabii insanlar neden ciddiye alıyor diye geliyor aklına. Çünkü belirlilik istiyorlar hayatlarında. Nasıl olsun bu belirlilik? Net bir kitap olsun, ne dediği belli olsun, ona göre yaşayalım, öldükten sonra da cennete gidelim. Ben belki otuz yıl önce, bu mezhepler, dinler, görüşler neden var diye sorarken kaybettiğim bu netliği özlüyorum ama mış gibi yapmak daha kötü. Gerçekliğine inanmadığın hikayelere gerçekmiş gibi yapmak.

Ancak bir yandan da gerçek dediğimiz meselenin belki de abartıldığını düşünüyorum. Eskiden böyle bir dertleri yokmuş. İncillerde anlatılan meşhur bir yargılama sahnesi var. Meryemoğlu Kudüs'e kehanetlerde olduğu gibi eşek üstünde ben Yahudilerin kralıyım diyerek girince ve sonra gidip Tapınak'ta karışıklık çıkartınca şikayet ediyorlar. Saklanırken Yahuda İskaryot ispiyonluyor ve nihayetinde Roma Valisi'nin karşısına geliyor. Vali Yahudilere karşı neredeyse avukatlığını yapıyor bunun. Ben suçlu bulmadım ama siz istiyorsanız çarmıha gerin diyor Yahudilere.

Aslan diyor ki, Pilatus'un genel olarak Yahudilere bakışını ve ne kadar gaddar biri olduğunu biliyoruz. Böyle bir olayın gerçekleşme ihtimali neredeyse sıfır. Hz. İsa belki otuz saniye kadar karşısına çıkmıştır, onda da sen Yahudilerin Kralı mısın? demiş ve deftere adını yazmıştır. Bu adamın oturup İsa ile felsefi diyaloglara girecek zamanı ve ilgisi olmaz. Ancak Markus, Roma'da İncili'ni kırık bir Yunanca'yla yazarken, Meryemoğlu İsa Mesih'in katlinde (isyanları o sıra yeni bastırılmış, tapınakları yeni yok edilmiş) Yahudiler'i suçlu göstermek istiyordu ve bu sahneyi uydurdu. Efendimiz İsa da bu Yahudilerden neler çekti, bir bilseniz.

Bütün bu çarmıh hikayesinin uydurma olabileceğini düşünüyorsunuz okuyunca. Hristiyanlık'ın üstünde durduğu hikaye. Ancak bu hikaye kendini üreten bir hikayeye dönüşüyor. Olayların kendisiyle alakası yok ama boynunda haç taşıyıp gezen insanlar için herhangi bir gerçekten farkı yok. Tüm gerçeklerden daha gerçek hatta. Post-truth belki hiçbir zaman bitmemiştir.

[Beher] #oruç #İslam #yazı #Hristiyanlık #Reza Aslan #Pontius Pilatus #Hz. İsa #Hz. Yahya #İncil #Aziz Markus #Aziz Yuhanna #Yahudilik #Herod Antipas #Yahuda İskaryot #Kur'an-ı Kerim